AD BİR ÇİÇEKTİR Şerif Erginbay 2014-.... Şiirleri |
▼
Cizre Ya Da Cizre Şehir şimdi iyi insanların kafesi. Et ve tırnak ne işe yarar kopmuşsa bir çocuğun elleri. Şehir şimdi Baştan sona ikilem: kardeşliğin karadeliği Aristo’nun kanlı mengenesi sıkıştırıyor hala iki koldan ya ondansın ya da bundan yok ötesi. Şehir şimdi kanlı oyunun kara sahnesi. Et ve tırnak ne işe yarar belki bir gün hesap sorar o iyi insanların bugün boğulan sesi. Kirli Çağ Gör artık gör, bu kaçıncı dilek tuttuğum var mıdır böyle bir çağ, gülleri zehirli? Kan kokuyor duvarlar, lambalar kör döne döne, yerin burası mıydı ey dünya? Nehirleri kokmuş sular, yollar uçurum gökte ay büsbütün, düşler paramparça. Gör artık gör, her sevdiğinin elleri kirli var mıdır böyle bir çağ, gülleri zehirli? Gökçe Gökçe bir kuş var duyduğum kanat sesi yıldızlar gibi uzak soluğum kadar yakın hem yalnız hem ürkekçe. Gökçe bir kuş var duyduğum kanat sesi hem yıldızlar kadar uzak hem soluğum gibi yakın kalbimin üstünde gölgesi: gökçe. O Senin Yüzündeki Bin Yayla Kapanır bir bir sayfalar Sellerin diliyle çevirdiği. Çamur yollar Yıkık köprüler -incitir sır dolu belleği- Ve terk edilir ardı ardına Güz düşleri, yaz gölgeleri. Çağırır artık durmadan beni O senin yüzündeki bin yayla. Bir Çiçek Yol da yorulur bunca gidip gelmelerden kurulur bir dağın yamacına toplar patikalarını okur acı türküsünü boydan boya bir ırmak kurur. Derken hiç beklemezken incecik dalda bir asi çiçek yel de savrulur. Yel yola yol ırmağa ırmak dağa kavuşur eşitlenerek bir çiçeğin kokusuyla. Yerini Bulur Yıkılır duvar bozulur bağ yaz kış kar boran fırtına yuvarlanır taş yerini bulur kapanır ayaklarına. Sular Kararmadan Kıyıların ateşi söndü, dönüyor üstünde gece kuşları Bu soysuz fırtına bırakmaz sana sığınacak bir liman Bağışla bana son ışıklarını ömrün, o kederli bakışları Sular kararmadan dön, kıyıların ateşi söndü çoktan Deniz karıyor sularına şimdi unuttuğun bütün ırmakları. Durbi Bağı’nda Gece Gece Güz masalları bittiğinde, yol gelir beklerdi ayak uçlarında, arsız Baştan çıkan yalnız evler, açık bırakılan pencereler güneşlere Her ev bir bağı özler, bir de dut ağacı, ağustos böcekleriyle Durbi Bağı’nda gece gece, ne yıldız, ne ay ışığı ve de şarapsız. Gökte Gelip geçtiği yerler unutuldu, ‘ay sürgünü o’ dedi bir çocuk, kimseler duymadı. Mezar kapanmadan kaçtı oralardan, kasnaklı uçurtmasını havalandırdı bulutlara. ‘İsteyen uzansın toprağa, sen onu gökte say’ dedi kendine, bir kuş onu onayladı. ... Geçip gideceksin buralardan ey çocuk, ay sürgünü bir bulut alsın seni kollarına. Çocuk beni duymadı. Gev Kemiği -Şairin Ölümü Üstüne- “Kuş ölünce Gev Kemiği’ni kırmak gerek”, dedi kadın: “Değilse sonsuza dek acı çeker.” Şairi ellerinden tutup yere yatırdı, göğsünün üstüne oturdu, ata biner gibi. Sonra panter gibi sıçradı, neredeyse çınarın alt dallarına kadar ve bütün gücüyle indi şairin göğsüne: kaburgaları güneşte gevremiş bir sepet gibi çatırtıyla kırıldı. Son soluğuyla sordu şair: “Neden yalnızca Gev Kemiği’mi kırmadın?” Kadın: “Eğe kemiklerinden birisi olduğunu gördüm düşümde ama hangisi olduğunu bilmiyorum ki!” “Yazılacak şiirim kalmadı mı artık?” Yanıt yerine gölgeli bir gülümseme bıraktı kadın şairin üstüne. Son duyduğu dalda bir mavi kuş şarkı söylüyordu: gökte yankılanan sesiyle. Ellerin Bildiği Gibi Gümüşlü gecenin unuttuğunu sen hatırla durmadan dereye inen gölgenin ardı ardına sunduğunu hatırla o uzak düşleri şimdi ellerin bildiği gibi hatırlasan ardı ardına çiçeklenir akşamın yitik patikaları anılarla otların çiyi ıslatırdı topuklarını ne zaman bize adımlasan ellerin bildiği gibi hatırlayalım ay gecelerini biz yine de güneş son ışıklarını toplayıp götürmeden kıyılarımızdan. Dağlar Dağlar Girdin de dağlara Sordun mu büyük oyunu Kalbine gelen kurşuna Neden gider de dönmeyiz? Gün inerken erken Bulut bulut yanarken deniz Sen çocuk, ben serseri; Doluyor gözlerime birden Gördüğün son gök yeri. Vardın da dağlara: Ferhat’la güzeldi dağlar Bir de bizimle; Şimdi gider de gelmeyiz. Ağlar mı son gök yeri Sorar mı bizi deniz? Gecenin Hayvanı İncinmiş bileklerinle düşersin ormanın derinine ıslanır buğusuyla yılan, ay yoklar her taşın ardını kutsan ey gövde; arzu: yaban çiçeğin, açar gözlerine gecenin hayvanı, iç benimle yıldızlı bağların şarabını. Say ki şafağım yitik yıldız sende. Gecede yiten, düş örter giderken acı çekmelidir hayvan boşluk yerine. Belki Söyleni Elleri binlerce yaprak toprak kokusu elleri. Düşleri kanat kanat açılır döner gökleri. Dünleri yangın yangın sarar kalbin alevleri. Ömrün söylenmiş bütün şiirleri kurar yarının saatlerini. Kurar mı gerçekten? Belki. Kuyu Başında Vurulan'a Şiir Kardan önce kuyuların uğultusu: kulak çınlaması göğün uzun mu uzun.. Saklar namluyu duvarın kuytusu. Senden sonra ömrün soluğu: uzun mu uzun bir kış gecesinin selamsız sabahsız büsbütün uykusu.. Um Dili Devrilir gök sular baştan sona yutar aç gözlü ovayı kuşlar doğru koynuna bulutların. Yıkılır duvar anılarla bir darmadağın taşların örer yeni baştan bekleyişin daracık sığınağını. Şarabın Erdiği Bağın al koynunda uyanan düş yapraklanır yazın uç dallarına, ördüğü her salkım alaca bir kuş kanat kanat güneşin kollarına uzunca içer zamanı, ölür üzüm doğar, aşk solur erdiği dudaklara. “Kırık Patika”* Acı yol boyu önünde ardında, hiç de şaşırtmayan sıçramalarla sürdürür- bitmek bilmez oyunlarını, keyfince dolaşır, deşer incecik kalmış zamanı. Acı gün boyu sabahında, çalınmış akşamına yeni konuklar düşürür- eski dostlukları ağırlar kırık patika’nın ortasında, kırar kirazın dalını. Acı sel boyu kıyılarında, yosun tutmuş taş çakılları kendine küstürür- çürüğü yel savurur bir gün, yaşlı değirmen çokluğa karıştırır sularını. *Kırık Patika, Ümran Düşünsel, Hikayeler, Babek Yayın, İstanbul 2015 Tamga Acı yel tatlı yel kar boran fırtına kısrak göğü inletir ömrü yazar yazıya şimşek bölen ayakla. Uçulur gökçe göğe adı özü son soluğun dağa taşa uçan kuşa kalır, solur bir tamga. Fincanın Hala Burada Burada. Fincanın hala burada. Vadide patlayan fırtınalar kadar çoksun kanımda. Dalgalar eğiliyor önümde. O tahta masaya gelip oturuyorum işte. Fincanın hep burada. Çoğul Yanar Özgecan Aslan’a Rüzgar; camdan yüzünü yalayan, saçlarını dağıtan, ömrün kör kavşağını göremeyen rüzgar, kör olmuş bakışlarının boşluğunda; esme..! Yollar; götürmesen canı, bozsaydın tekerin hesabını; patikalar; saklı umudu ezilip çiğnenmiş çiçeğin elleri bembeyaz, değmedi daha aşka; kesme..! Ay ağlar; yitirmiş yüzünü, dere boyunca ıslık çalar. Çakmak: beden çırağ; dağları yutar is kokusu; gider uzaklara, saçlarında hiç dinmeyen rüzgar; Çoğul yanar, gözyaşı ülkesi dağ taş, caddeler sokaklar, evlerin yalnız köşeleri ağlar; kalbin avuntusu bileklerimiz kan, dinmiyor acılar; ey rüzgar; esme..! Ağıl Dudakları karamık karası kız çocuğu koşturur köpeğiyle toz duman bir sürünün ardından. Büyük ağılın kapısı ardına dek açılır bulutsuz yayla göğünün altında. Az bulunur coşkunun kucaklaması bir baş dönmesidir artık ağılın. Yüzünde Yüzlerce serçe birden, çığlık çığlığa binlerce parçaya böler bir kez olsun başını kaldırıp bakmadığın gökyüzünü. Çıplak ayakların sıcak kumlarda geçmiş küllerini eşelerken ömrünün yüzün bana kalır; öyle unutulmuş, umarsız, bulutsuz ve epey yorgun saklamaktan ansızın uyanan düşü. Yüzünde kibirsiz tepeler arasında kaybolmuş bir eski patikanın ışığı yüzünde nilüferli suların buğulu aynası, yüzünde iki yıldız iki yıldız: kim bilir ne zaman unutulmuş! Abartı Usul dalganın hızı aldatır. Hafif bir yel uyandırır kalbin yarım yarım uykusunu. Bedenin saati bütün kıyıyı çınlatır: Çakıllarda panik! Kumsal dalga dalga selam vurur bulutların aynasına. Yetmez! Hız yetmez aldanmaya. Belirsiz bir güç krallığını başlatır; çığ gibi. Çığ gibi dalga dalga, darbelerle, oyuk oyuk büyür ruhun açlığı. Yetmez, yetmez! Abartıya kucak açar umutsuzluğun sonuna dek ayak diremiş insan. Teslimiyetin sıcak toprağında orak salladıkça silinen ter- bağışlatır adımlarının unutulmuş nedenini. Çakılların paniği düşe döner; içindeki at uysallaşır, bütün sahil uykuya dalar. Dalga kendi tanrısını yeniden yaratmanın huzuruyla örter üstünü. Örter, beyaz köpükler bağışlayarak kuma. Adım Yolun yazgısı onunla başlar; yürüdükçe anlatır yitik masalını. Şafağı kızıla boyar; güneşi yitirir dağların, tepelerin, denizlerin ardında. Sevgilidir, bakıştır, soluktur, yoksulluktur, kayboluştur bulutların alçak duvarında. Çığlıktır kimselerin duymadığı. Yolun kendini adımladığı dar vakitler; umarsız ömür, beyaz bayrak günleri. Adım: Ayakların durmadan bozduğu ezber, her patikada yeniden öğrenilen alfabesi: dağların, ırmakların, bulutların. Avlu Aynasız, gece otların sessizce büyüdüğü o yavaşlığın ele geldiği vakitlerde avluya kadar onlarca demir kapı eğildi büküldü: Utanç yığını! Onlar giderken, yaz başı tarlaların gözden ırak yerlerinde, bağların kuytularında, ırmakların gölgeli söğüt dallarının altında otlar türkü söylüyordu, üstlerinde çiy damlaları parıldayarak: Düşle yoğur ekmeğini! Zeki Erginbay
Ad bir çiçektir, derdi köyün bilge kadını: Yaşlı, okumasız yazmasız, dağların ırmakların belleği!
İlk gençliğim yolunu ararken portakal bahçelerinde içilen şaraplarda, meydanlarda omuz omuza, örgüt evlerinde okunan kitaplarda, sabahsız sigaralarda çaylarda; senin işkence izleri ve kurşun yarasıyla örselenmiş cansız bedenin 2 Şubat 1977’de- bir çığ gibi düştü üstümüze Zeki Erginbay!
Bir çiçek adın dünyanın yaşında. Her eksik yaşam alınmamış bir intikamdır hayattan; ölümün borcunu üstüme aldım, adını adıma. Alındım üstüme üstüme dünyanın karanlığını, hoyratlığını gecelerin ve güneşli günler umuduyla yeşerdim. Yeniden öğrendim: Ad bir çiçektir kalbin üstüne. Kurtuluş Umutsuzluktan, yoksunluktan, bungunluğun kara kalbinden beslenen bir fırtına doğar bazen, yaratır ardı ardına şimşeklerini, irigöz yağmur sağanaklarını, ve gözyaşı ülkesine döner aç topraklarıyla bütün yurt. Umutsuzluktan, yoksunluktan, bungunluğun kara sesinden bir dilek tutar büyük orakçı, ve halkın hasat şenliği başlar dolgunbaşak düşlerin harman yerinde. Bozala Fırtına Gün tümüyle yiter, alçalan bakışların kıyısı bile seçilmez olur, yalnızca yazlara özgü öğle güneşinin sahnesinde parıldayan- bu bakışların yüreklerde ne kadar gereksiz bir yük olduğunu- yineler bir bozala fırtına; altını ve üstünü çizerek yazar bir daha da okunmasa da olur şekilde kirli bir duvarın en altına, çürümüş yaprakların hizasına. Bir bozala fırtına biter, nereden geldiğinin önemsizliğini bile sezdirmeden durgun günün yüreğini hoplatır; gündelik hazların sıcak yatağı savrulur bir yere bir göğe, kurulu düşler yoklamasında bütün hesaplar altüst, bütün kıvrımlarda biraz çamur biraz ekşimiş ot kokusu, bütün yarınlar ertelenmiş dünlerin kapısında alacaklı sırasına. Savurdukları ona yeter, kalanların bozulmuştur ezberi birkaç dakikalığına, nasıl olsa unutuşun dersi acıya eşitlenmez ki hiçbir zaman, bilir bunu bozala fırtına, önemsemez hiçbir zaman ve bunca yorgunluktan sonra ödünç aldığı yapraklarına dökerek belleğini sarılıp uyur bir başka serüvenine kadar ceviz ağaçlarına, çınar ağaçlarına. Kapan Güneşte ballanıyor arzunun dile gelmiş uyanışı. Zaman yontuyor gölgeli duvarı, karanlığın izini sürüyor önümüzde. Mızrak bolluğuyla seyrelmiş ormanı saçlarında çiçekler ve binlerce yıl ötelere gülümseyerek geçen sen, hadi al beni kapanına. Sana kapılandım; orada unutsun uçmayı kanatlarım, kalbinin uçurumunda. Su Yılanları İki mor çiçek eğiliyor bir yalnızlığa dağın gölgeli yamacı geriyor büyük çarşafını dudaklara yıldızlı gece, bahçelere nem, incirler ballı iki ağıza. Bir Al, bir elma: unutulmuş bir yarımda al, bir düş,azız: tamamla al, eski bir patika, çiçeksiz: adımla al,bir umut: um geniş zamanla. Bıçak Gibi Bu eli de siz alın, bir sonrakini, bir sonrakini de. Küçük oyunlar hep oynanır hayatın büyük bahçesinde. Ölümün şafağına değince alın yalnızca kaybeden kazanır. Duvarın çamurlu dibinde ışıltılı bir bıçağım ben üstümü yapraklar örtse de. Artık kendi içime kanarım ve yanarım kındaki sessizliğe. Küçük oyunlar hep oynanır hayatın büyük bahçesinde. Size kalsın fıskiyeler, ıssı sular Ben boğulurum denizlerde. Yazıt Önce, Önce zaten yoktum. Sonra Yıldız ağılında yaşadım bir zaman. Şimdi Birkaç anı artakalan, Daha da solan gün vurdukça Soldukça yok olan. Yarın, Yarın zaten yoktum. Dinnn..! Çürük ve çamurlu kayalar gibi boşaltıyorlar sözlerini üstümüze ve ardından yılan yüzlü yarım gülümseyişlerle bakıyorlar: ruhsuz. Yurdumun üstüne öz cehennemlerini kocaman bir çadır gibi kurmanın hazzıyla geçiyorlar kendilerinden. Üç yaşında bir çocuk yüzüme bakıyor, tasamın dalga dalga kıyılarına vurmasını dağıtıyor bir güneşli gülümseyişiyle. Ey aydınlık sulara saldıran kör vaizler! Kalbin yasasıdır aslolan, Gün gelir Bütün nehirler denizlere.. Yolun Sonuna Kadar Ne varsa dalın ucunda kalbimde de o var. Kalbim yorgun, geçmiş yazları ardı ardına toplamaktan. Evim, evrenim; çepeçevre sarıldığım düşlerim var: hem öylesine uzak hem de bir o kadar yakın. Geçmiş yazlardan gelecek kışlara kadar o sıkı avuçlarımda sakladığım. Sakladıklarım ve unuttuklarım var taşıyacağım yolun sonuna kadar. Gayal* Bir dağın yamacında, bir öğle vakti ıssızlık bungun bir iklim olur: kalbinin tam ortasından seni sızlatan. Köklerine doğru başlayan yolculuğunda, yabansı ve bir o kadar da örselenmiş düşleriyle bir çocuk adım adım seni izler. Ey benden önce yaşayanlar! Gayal’da eskimiş potinlerini, duvar diplerine düvenlerini, çakmaktaşlarını bırakanlar; zeytin ağacına yağlıklarını bağlayanlar! Bilirim yıldızlar sessizdir öğle vakti. Gayal: Parmaksız oğlu Hasan’a kim bilir kimlerden kalan. Söyleyin, saklanan siz misiniz ben mi şimdi? *Gayal> kayal> kaya+ağıl> (taşağıl gibi, kaya ağılı) Dağlık Orada Kalmışım Üşümüşüm Acıkmışım Susamışım. Orada Yaslanmışım gecenin duvarına Kapım bulutlara kadar açık. Bir çıt sesi bekler gözlerim Kederimle kendimi vurmak için; Şehir kan uykusunda, kalbim dağlık. Orada Bir çığlık: Yanmışım Ölmüşüm Kalmışım soğuk taşların dibinde, Bir benim, bir bedenim Kendi yayını gerip fırlatan varlık… Silahımda buz gibi bir mermiyim Kalbim darmadağın bir dağlık. Kalmışım. Günlerce O Kıyıda Tek Başına Her gün onlarca hoyrat fırtınanın yorduğu bedenini o karabasan mevsimin lanetli kollarından zar zor kurtarıp geldiğin bu kıyıda, sıcak kumlar ruhuna kucak açıyor ve oturuyorsun usulca ömrünün en geniş soluğuyla. Seninle bir deviniyor zaman, çarptıkça deniz kalbinin dalgalarına, çarptıkça suların bol köpüklü eteği. Seninle bir duruyor zaman sustukça ve kum öyküsünü fısıldadığında kulaklarına dupduru; oturup yeniden doğuruyorsun kendini sonra. Sonra, yeniden, günlerce, günlerce o kıyıda tek başına. İki Mum İki mum yaktım geceyi duman etmeye, biri ruhumu aydınlatıyor; biri çok uzaklar için, bir çiçeğin taç yaprağında erimeye. Durum Göğümüz geniştir; kuşlara ve bulutlara dair.. Düşler boşluğa dahil, erdem bağışlamayı bilir. Gövdesine yaslandığımız o güneşli ağacı Ancak, çiçeğini terk eden meyve incitebilir. Düşlük Çıktık O büyülü yolculuğa, Düş ıldır ışık Yol alacakaranlık; Bir düş: sen şafak say. Artık Çırpınır kalbim orada Bir buluta, bir dağa. Düşlük: gökkuşağı ruhun Sen sağanak say. Zeytin Karganın belleği yorgun, uyukluyor güneşte Zeytin göz kırpıyor ona: Otların arasında, gözükara bir gülümseme. Kedi Bir kedin olsun istersin. Olur da. Yatar parmaklığın dibinde, camı yalar. Derken Alışır kucağına, Göğsüne mırıltılardan bir orkestra kurar. Birkaç mevsim Yazda, kışta, karda Karışır birbirine soluklar. Ve Bir akşamüstü Boştur parmaklığın dibi. Kalırsın darda, Parmakların üşümeye başlar Belli belirsiz O yanan patileri arar. Akarsu Büyük düşün döngüsünü Uyanık tutan akarsu, Aynı rüyanın içinde yol alır: Kalbi aşka akan insanın, Dağın, taşın, ağacın, Terkedilmiş sandalın uykusu. Ay Ayna Ay kocaman bir aynadır, sevgilinin yüzüyle durmadan sırlanan Kocaman bir aynadır ay, iki yalnızın duvarında, aynı anda bakılan. Öykü Günler günler boyu devrilen, savrulan dört mevsim hiç mi hiç durmadan çevrilen yapraklar, biraz da ömrümüzü sayıklar. Aylar, aylar boyu aranan sayfalar kalbin saklı bahçesinde durmadan çiçekler açarlar, bazen yaz gecesi Antalya sokağında bir yasemin kokusu bazen Toroslar’ın dar geçitlerine selam sarkıtan kardelen. Ömür: yıllar, yıllar boyu bir kitaptır okunan; bir uzun öykü; her açtığımızda yeniden başlanan. Şiir/Deniz Yaz bitmiş gibiyse eğer, Dalgalar yitmiş gibiyse biraz Eğil ve gir kaleminle Kalbin küçük bahçesine; Kısacık bir ‘şiir’ kaz. Üşüyorsan eğer Düşlerin buz tutmuşsa biraz Yürü pencerenin önüne Daya parmağını cama; Sıcacık bir ‘deniz’ yaz. İki Gelincik Ömrümüz; yanyana iki gelincik; aynı gökyüzünü soluyan yekpare yaşam. İki gelincik; yanyana aynı kökten; toprak kokulu iki alev, ayrı ayrı yanan. |