Published using Google Docs
AD BİR ÇİÇEKTİR, Şerif Erginbay E-KİTAP
Updated automatically every 5 minutes

ABC icin baslik foto.jpg

AD BİR ÇİÇEKTİR  Şerif Erginbay   2014-.... Şiirleri

Son Güncelleme: 3 Ekim 2015

Yeni şiirler dosyanın başına eklenmektedir.

 Cizre Ya Da Cizre   Kirli Çağ  Gökçe

O Senin Yüzündeki Bin Yayla  Bir Çiçek  Yerini Bulur

Sular Kararmadan  Durbi Bağı’nda Gece Gece  Gökte

Gev Kemiği  Ellerin Bildiği Gibi  Dağlar Dağlar

Gecenin Hayvanı  Belki Söyleni  Kuyu Başında Vurulan'a Şiir

Um Dili  Şarabın Erdiği  Kırık Patika  Tamga

Fincanın Hala Burada  Çoğul Yanar  Ağıl  Yüzünde

 Abartı  Adım  Avlu Zeki Erginbay  Kurtuluş

Bozala Fırtına Kapan  Su Yılanları  Bir  Bıçak Gibi

Yazıt Dinnn..!  Yolun Sonuna Kadar  Gayal Dağlık

Günlerce O Kıyıda  İki Mum Durum  Düşlük  Zeytin  Kedi

Akarsu  Ay Ayna  Öykü Şiir/Deniz  İki Gelincik

ikon-ekran-GZ.png  ikon-ekran-DK.png

http://erginbay-siirleri.blogspot.com.tr/

http://erginbay-siirleri.blogspot.com.tr/

Cizre Ya Da Cizre

Şehir şimdi

iyi insanların kafesi.

Et ve tırnak ne işe yarar

kopmuşsa bir çocuğun elleri.

Şehir şimdi

Baştan sona ikilem:

kardeşliğin karadeliği

Aristo’nun kanlı mengenesi

sıkıştırıyor hala iki koldan

ya ondansın ya da bundan

yok ötesi.

Şehir şimdi

kanlı oyunun kara sahnesi.

Et ve tırnak ne işe yarar

belki bir gün hesap sorar

o iyi insanların bugün boğulan sesi.

Kirli Çağ

Gör artık gör, bu kaçıncı dilek tuttuğum

var mıdır böyle bir çağ, gülleri zehirli?

Kan kokuyor duvarlar, lambalar kör

döne döne, yerin burası mıydı ey dünya?

Nehirleri kokmuş sular, yollar uçurum

gökte ay büsbütün, düşler paramparça.

Gör artık gör, her sevdiğinin elleri kirli

var mıdır böyle bir çağ, gülleri zehirli?

Gökçe

Gökçe bir kuş var

duyduğum kanat sesi

yıldızlar gibi uzak

soluğum kadar yakın

hem yalnız hem ürkekçe.

Gökçe bir kuş var

duyduğum kanat sesi

hem yıldızlar kadar uzak

hem soluğum gibi yakın

kalbimin üstünde gölgesi: gökçe.

O Senin Yüzündeki Bin Yayla

Kapanır bir bir sayfalar

Sellerin diliyle çevirdiği.

Çamur yollar

Yıkık köprüler

-incitir sır dolu belleği-

Ve terk edilir ardı ardına

Güz düşleri, yaz gölgeleri.

Çağırır artık durmadan beni

O senin yüzündeki bin yayla.

Bir Çiçek

Yol da yorulur

bunca gidip gelmelerden

kurulur bir dağın yamacına

toplar patikalarını

okur acı türküsünü

boydan boya bir ırmak kurur.

Derken

hiç beklemezken

incecik dalda bir asi çiçek

yel de savrulur.

Yel yola

yol ırmağa

ırmak dağa

kavuşur eşitlenerek

bir çiçeğin kokusuyla.

Yerini Bulur

Yıkılır duvar

bozulur bağ

yaz kış

kar boran fırtına

yuvarlanır taş

yerini bulur

kapanır ayaklarına.

Sular Kararmadan

Kıyıların ateşi söndü, dönüyor üstünde gece kuşları

Bu soysuz fırtına bırakmaz sana sığınacak bir liman

Bağışla bana son ışıklarını ömrün, o kederli bakışları

Sular kararmadan dön, kıyıların ateşi söndü çoktan

Deniz karıyor sularına şimdi unuttuğun bütün ırmakları.

Durbi Bağı’nda Gece Gece

Güz masalları bittiğinde, yol gelir beklerdi ayak uçlarında, arsız

Baştan çıkan yalnız evler, açık bırakılan pencereler güneşlere

Her ev bir bağı özler, bir de dut ağacı, ağustos böcekleriyle

Durbi Bağı’nda gece gece, ne yıldız, ne ay ışığı ve de şarapsız.

Gökte

Gelip geçtiği yerler unutuldu, ‘ay sürgünü o’ dedi bir çocuk,

kimseler duymadı.

Mezar kapanmadan kaçtı oralardan,

kasnaklı uçurtmasını havalandırdı bulutlara.

‘İsteyen uzansın toprağa, sen onu gökte say’ dedi kendine,

bir kuş onu onayladı.

...

Geçip gideceksin buralardan ey çocuk,

ay sürgünü bir bulut alsın seni kollarına.

Çocuk beni duymadı.

Gev Kemiği

                  -Şairin Ölümü Üstüne-

“Kuş ölünce Gev Kemiği’ni kırmak gerek”, dedi kadın:

“Değilse sonsuza dek acı çeker.”

Şairi ellerinden tutup yere yatırdı, göğsünün üstüne oturdu, ata biner gibi.

Sonra panter gibi sıçradı, neredeyse çınarın alt dallarına kadar

ve bütün gücüyle indi şairin göğsüne:

kaburgaları güneşte gevremiş bir sepet gibi çatırtıyla kırıldı.

Son soluğuyla sordu şair:

“Neden yalnızca Gev Kemiği’mi kırmadın?”

Kadın: “Eğe kemiklerinden birisi olduğunu gördüm düşümde

ama hangisi olduğunu bilmiyorum ki!”

“Yazılacak şiirim kalmadı mı artık?”

Yanıt yerine gölgeli bir gülümseme bıraktı kadın şairin üstüne.

Son duyduğu dalda bir mavi kuş şarkı söylüyordu:

gökte yankılanan sesiyle.

Ellerin Bildiği Gibi

Gümüşlü gecenin unuttuğunu sen hatırla durmadan

dereye inen gölgenin ardı ardına sunduğunu hatırla

o uzak düşleri şimdi ellerin bildiği gibi hatırlasan

ardı ardına çiçeklenir akşamın yitik patikaları anılarla

otların çiyi ıslatırdı topuklarını ne zaman bize adımlasan

ellerin bildiği gibi hatırlayalım ay gecelerini biz yine de

güneş son ışıklarını toplayıp götürmeden kıyılarımızdan.

Dağlar Dağlar

Girdin de dağlara

Sordun mu büyük oyunu

Kalbine gelen kurşuna

Neden gider de dönmeyiz?

Gün inerken erken

Bulut bulut yanarken deniz

Sen çocuk, ben serseri;

Doluyor gözlerime birden

Gördüğün son gök yeri.

Vardın da dağlara:

Ferhat’la güzeldi dağlar

Bir de bizimle;

Şimdi gider de gelmeyiz.

Ağlar mı son gök yeri

Sorar mı bizi deniz?

Gecenin Hayvanı

İncinmiş bileklerinle düşersin ormanın derinine

ıslanır buğusuyla yılan, ay yoklar her taşın ardını

kutsan ey gövde; arzu: yaban çiçeğin, açar gözlerine

gecenin hayvanı, iç benimle yıldızlı bağların şarabını.

Say ki şafağım

yitik yıldız

sende.

Gecede yiten, düş örter giderken

acı çekmelidir hayvan boşluk yerine.

Belki Söyleni

Elleri

binlerce yaprak

toprak kokusu elleri.

Düşleri

kanat kanat

açılır döner gökleri.

Dünleri

yangın yangın

sarar kalbin alevleri.

Ömrün

söylenmiş bütün şiirleri

kurar yarının saatlerini.

Kurar mı gerçekten?

Belki.

Kuyu Başında Vurulan'a Şiir

Kardan önce

kuyuların uğultusu:

kulak çınlaması

göğün

uzun mu uzun..

Saklar namluyu

duvarın kuytusu.

Senden sonra

ömrün soluğu:

uzun mu uzun

bir kış gecesinin

selamsız sabahsız

büsbütün uykusu..

Um Dili

Devrilir gök

sular baştan sona yutar aç gözlü ovayı

kuşlar doğru koynuna bulutların.

Yıkılır duvar

anılarla bir darmadağın taşların

örer yeni baştan bekleyişin daracık sığınağını.

Şarabın Erdiği

Bağın al koynunda uyanan düş

yapraklanır yazın uç dallarına,

ördüğü her salkım alaca bir kuş

kanat kanat güneşin kollarına

uzunca içer zamanı, ölür üzüm

doğar, aşk solur erdiği dudaklara.

“Kırık Patika”*

Acı yol boyu önünde ardında, hiç de şaşırtmayan sıçramalarla sürdürür-

bitmek bilmez oyunlarını, keyfince dolaşır, deşer incecik kalmış zamanı.

Acı gün boyu sabahında, çalınmış akşamına yeni konuklar düşürür-

eski dostlukları ağırlar kırık patika’nın ortasında, kırar kirazın dalını.

Acı sel boyu kıyılarında, yosun tutmuş taş çakılları kendine küstürür-

çürüğü yel savurur bir gün, yaşlı değirmen çokluğa karıştırır sularını.

*Kırık Patika, Ümran Düşünsel, Hikayeler, Babek Yayın, İstanbul 2015

Tamga

Acı yel tatlı yel

kar boran fırtına

kısrak göğü inletir

ömrü yazar yazıya

şimşek bölen ayakla.

Uçulur gökçe göğe

adı özü son soluğun

dağa taşa uçan kuşa

kalır, solur bir tamga.

Fincanın Hala Burada

Burada.

Fincanın hala burada.

Vadide patlayan fırtınalar kadar çoksun kanımda.

Dalgalar eğiliyor önümde.

O tahta masaya gelip oturuyorum işte.

Fincanın hep burada.

Çoğul Yanar

                  Özgecan Aslan’a

Rüzgar;

camdan yüzünü yalayan, saçlarını dağıtan,

ömrün kör kavşağını göremeyen rüzgar,

kör olmuş bakışlarının boşluğunda; esme..!

Yollar;

götürmesen canı, bozsaydın tekerin hesabını;

patikalar; saklı umudu ezilip çiğnenmiş çiçeğin

elleri bembeyaz, değmedi daha aşka; kesme..!

Ay ağlar;

yitirmiş yüzünü, dere boyunca ıslık çalar.

Çakmak: beden çırağ; dağları yutar is kokusu;

gider uzaklara, saçlarında hiç dinmeyen rüzgar;

Çoğul yanar,

gözyaşı ülkesi dağ taş, caddeler sokaklar,

evlerin yalnız köşeleri ağlar; kalbin avuntusu

bileklerimiz kan, dinmiyor acılar; ey rüzgar; esme..!

Ağıl

Dudakları karamık karası kız çocuğu

koşturur köpeğiyle

toz duman bir sürünün ardından.

Büyük ağılın kapısı ardına dek açılır

bulutsuz yayla göğünün altında.

Az bulunur coşkunun kucaklaması

bir baş dönmesidir artık ağılın.

Yüzünde

Yüzlerce serçe birden, çığlık çığlığa binlerce parçaya böler

bir kez olsun başını kaldırıp bakmadığın gökyüzünü.

Çıplak ayakların sıcak kumlarda geçmiş küllerini eşelerken ömrünün

yüzün bana kalır; öyle unutulmuş, umarsız, bulutsuz

ve epey yorgun saklamaktan ansızın uyanan düşü.

Yüzünde kibirsiz tepeler arasında kaybolmuş bir eski patikanın ışığı

yüzünde nilüferli suların buğulu aynası, yüzünde iki yıldız

iki yıldız: kim bilir ne zaman unutulmuş!

Abartı

Usul dalganın hızı aldatır.

Hafif bir yel uyandırır kalbin yarım yarım uykusunu.

Bedenin saati bütün kıyıyı çınlatır: Çakıllarda panik!

Kumsal dalga dalga selam vurur bulutların aynasına.

Yetmez!

Hız yetmez aldanmaya.

Belirsiz bir güç krallığını başlatır; çığ gibi.

Çığ gibi dalga dalga, darbelerle, oyuk oyuk büyür ruhun açlığı.

Yetmez, yetmez!

Abartıya kucak açar umutsuzluğun sonuna dek ayak diremiş insan.

Teslimiyetin sıcak toprağında orak salladıkça silinen ter-

bağışlatır adımlarının unutulmuş nedenini.

Çakılların paniği düşe döner; içindeki at uysallaşır, bütün sahil uykuya dalar.

Dalga kendi tanrısını yeniden yaratmanın huzuruyla örter üstünü.

Örter, beyaz köpükler bağışlayarak kuma.

Adım

Yolun yazgısı onunla başlar;

yürüdükçe anlatır yitik masalını.

Şafağı kızıla boyar;

güneşi yitirir dağların, tepelerin, denizlerin ardında.

Sevgilidir, bakıştır, soluktur, yoksulluktur,

kayboluştur bulutların alçak duvarında.

Çığlıktır kimselerin duymadığı.

Yolun kendini adımladığı dar vakitler;

umarsız ömür, beyaz bayrak günleri.

Adım: Ayakların durmadan bozduğu ezber,

her patikada yeniden öğrenilen alfabesi:

dağların, ırmakların, bulutların.

Avlu

Aynasız, gece otların sessizce büyüdüğü

o yavaşlığın ele geldiği vakitlerde

avluya kadar onlarca demir kapı eğildi büküldü:

Utanç yığını!

Onlar giderken,

yaz başı tarlaların gözden ırak yerlerinde,

bağların kuytularında,

ırmakların gölgeli söğüt dallarının altında otlar türkü söylüyordu,

üstlerinde çiy damlaları parıldayarak:

Düşle yoğur ekmeğini!

Zeki Erginbay

 

Ad bir çiçektir, derdi köyün bilge kadını:

Yaşlı, okumasız yazmasız, dağların ırmakların belleği!

 

İlk gençliğim yolunu ararken

portakal bahçelerinde içilen şaraplarda,

meydanlarda omuz omuza,

örgüt evlerinde okunan kitaplarda,

sabahsız sigaralarda çaylarda;

senin işkence izleri ve

kurşun yarasıyla örselenmiş cansız bedenin

2 Şubat 1977’de-

bir çığ gibi düştü üstümüze Zeki Erginbay!

 

Bir çiçek adın dünyanın yaşında.

Her eksik yaşam alınmamış bir intikamdır hayattan;

ölümün borcunu üstüme aldım, adını adıma.

Alındım üstüme üstüme dünyanın karanlığını,

hoyratlığını gecelerin

ve güneşli günler umuduyla yeşerdim.

Yeniden öğrendim:

Ad bir çiçektir kalbin üstüne.

Kurtuluş

Umutsuzluktan, yoksunluktan,

bungunluğun kara kalbinden beslenen bir fırtına doğar bazen,

yaratır ardı ardına şimşeklerini, irigöz yağmur sağanaklarını,

ve gözyaşı ülkesine döner aç topraklarıyla bütün yurt.

Umutsuzluktan, yoksunluktan,

bungunluğun kara sesinden bir dilek tutar büyük orakçı,

ve halkın hasat şenliği başlar dolgunbaşak düşlerin harman yerinde.

Bozala Fırtına

Gün tümüyle yiter,

alçalan bakışların kıyısı bile seçilmez olur,

yalnızca yazlara özgü öğle güneşinin sahnesinde parıldayan-

bu bakışların yüreklerde ne kadar gereksiz bir yük olduğunu-

yineler bir bozala fırtına; altını ve üstünü çizerek yazar

bir daha da okunmasa da olur şekilde

kirli bir duvarın en altına, çürümüş yaprakların hizasına.

Bir bozala fırtına biter,

nereden geldiğinin önemsizliğini bile sezdirmeden

durgun günün yüreğini hoplatır;

gündelik hazların sıcak yatağı savrulur

bir yere bir göğe,

kurulu düşler yoklamasında bütün hesaplar altüst,

bütün kıvrımlarda biraz çamur biraz ekşimiş ot kokusu,

bütün yarınlar ertelenmiş dünlerin kapısında alacaklı sırasına.

Savurdukları ona yeter,

kalanların bozulmuştur ezberi birkaç dakikalığına,

nasıl olsa unutuşun dersi acıya eşitlenmez ki hiçbir zaman,

bilir bunu bozala fırtına, önemsemez hiçbir zaman

ve bunca yorgunluktan sonra

ödünç aldığı yapraklarına dökerek belleğini

sarılıp uyur bir başka serüvenine kadar

ceviz ağaçlarına, çınar ağaçlarına.

Kapan

Güneşte ballanıyor arzunun dile gelmiş uyanışı.

Zaman yontuyor gölgeli duvarı, karanlığın izini sürüyor önümüzde.

Mızrak bolluğuyla seyrelmiş ormanı saçlarında çiçekler

ve binlerce yıl ötelere gülümseyerek geçen sen,

hadi al beni kapanına.

Sana kapılandım;

orada unutsun uçmayı kanatlarım,

kalbinin uçurumunda.

Su Yılanları

İki mor çiçek eğiliyor bir yalnızlığa

dağın gölgeli yamacı geriyor büyük çarşafını

dudaklara yıldızlı gece,

bahçelere nem,

incirler ballı iki ağıza.

Bir

Al, bir elma: unutulmuş bir yarımda

al, bir düş,azız: tamamla

al, eski bir patika, çiçeksiz: adımla

al,bir umut: um geniş zamanla.

Bıçak Gibi

Bu eli de siz alın,

bir sonrakini, bir sonrakini de.

Küçük oyunlar hep oynanır

hayatın büyük bahçesinde.

Ölümün şafağına değince alın

yalnızca kaybeden kazanır.

Duvarın çamurlu dibinde

ışıltılı bir bıçağım ben

üstümü yapraklar örtse de.

Artık kendi içime kanarım

ve yanarım kındaki sessizliğe.

Küçük oyunlar hep oynanır

hayatın büyük bahçesinde.

Size kalsın fıskiyeler, ıssı sular

Ben boğulurum denizlerde.

Yazıt

Önce,

Önce zaten yoktum.

Sonra

Yıldız ağılında yaşadım bir zaman.

Şimdi

Birkaç anı artakalan,

Daha da solan gün vurdukça

Soldukça yok olan.

Yarın,

Yarın zaten yoktum.

Dinnn..!

Çürük ve çamurlu kayalar gibi boşaltıyorlar sözlerini üstümüze

ve ardından yılan yüzlü yarım gülümseyişlerle bakıyorlar: ruhsuz.

Yurdumun üstüne öz cehennemlerini

kocaman bir çadır gibi kurmanın hazzıyla

geçiyorlar kendilerinden.

Üç yaşında bir çocuk yüzüme bakıyor,

tasamın dalga dalga kıyılarına vurmasını

dağıtıyor bir güneşli gülümseyişiyle.

Ey aydınlık sulara saldıran kör vaizler!

Kalbin yasasıdır aslolan,

Gün gelir

Bütün nehirler denizlere..

Yolun Sonuna Kadar

Ne varsa dalın ucunda kalbimde de o var.

Kalbim yorgun, geçmiş yazları ardı ardına toplamaktan.

Evim, evrenim; çepeçevre sarıldığım düşlerim var:

hem öylesine uzak hem de bir o kadar yakın.

Geçmiş yazlardan gelecek kışlara kadar

o sıkı avuçlarımda sakladığım.

Sakladıklarım ve unuttuklarım var

taşıyacağım yolun sonuna kadar.

Gayal*

Bir dağın yamacında,

bir öğle vakti ıssızlık bungun bir iklim olur:

kalbinin tam ortasından seni sızlatan.

Köklerine doğru başlayan yolculuğunda,

yabansı ve bir o kadar da örselenmiş düşleriyle

bir çocuk adım adım seni izler.

Ey benden önce yaşayanlar!

Gayal’da eskimiş potinlerini,

duvar diplerine düvenlerini,

çakmaktaşlarını bırakanlar;

zeytin ağacına yağlıklarını bağlayanlar!

Bilirim yıldızlar sessizdir öğle vakti.

Gayal: Parmaksız oğlu Hasan’a kim bilir kimlerden kalan.

Söyleyin, saklanan siz misiniz ben mi şimdi?

*Gayal> kayal> kaya+ağıl> (taşağıl gibi, kaya ağılı)

Dağlık

Orada

Kalmışım

Üşümüşüm

Acıkmışım

Susamışım.

Orada

Yaslanmışım gecenin duvarına

Kapım bulutlara kadar açık.

Bir çıt sesi bekler gözlerim

Kederimle kendimi vurmak için;

Şehir kan uykusunda, kalbim dağlık.

Orada

Bir çığlık:

Yanmışım

Ölmüşüm

Kalmışım soğuk taşların dibinde,

Bir benim, bir bedenim

Kendi yayını gerip fırlatan varlık…

Silahımda buz gibi bir mermiyim

Kalbim darmadağın bir dağlık.

Kalmışım.

Günlerce O Kıyıda Tek Başına

Her gün onlarca hoyrat fırtınanın yorduğu bedenini

o karabasan mevsimin lanetli kollarından

zar zor kurtarıp geldiğin bu kıyıda,

sıcak kumlar ruhuna kucak açıyor

ve oturuyorsun usulca ömrünün en geniş soluğuyla.

Seninle bir deviniyor zaman,

çarptıkça deniz kalbinin dalgalarına,

çarptıkça suların bol köpüklü eteği.

Seninle bir duruyor zaman sustukça

ve kum öyküsünü fısıldadığında kulaklarına dupduru;

oturup yeniden doğuruyorsun kendini sonra.

Sonra, yeniden, günlerce,

günlerce o kıyıda tek başına.

İki Mum

İki mum yaktım

geceyi duman etmeye,

biri ruhumu aydınlatıyor;

biri çok uzaklar için,

bir çiçeğin taç yaprağında erimeye.

Durum

Göğümüz geniştir; kuşlara ve bulutlara dair..

Düşler boşluğa dahil, erdem bağışlamayı bilir.

Gövdesine yaslandığımız o güneşli ağacı

Ancak, çiçeğini terk eden meyve incitebilir.

Düşlük

Çıktık

O büyülü yolculuğa,

Düş ıldır ışık

Yol alacakaranlık;

Bir düş: sen şafak say.

Artık

Çırpınır kalbim orada

Bir buluta, bir dağa.

Düşlük: gökkuşağı ruhun

Sen sağanak say.

Zeytin

Karganın belleği yorgun,

uyukluyor güneşte

Zeytin göz kırpıyor ona:

Otların arasında,

gözükara bir gülümseme.

Kedi

Bir kedin olsun istersin.

Olur da.

Yatar parmaklığın dibinde, camı yalar.

Derken

Alışır kucağına,

Göğsüne mırıltılardan bir orkestra kurar.

Birkaç mevsim

Yazda, kışta, karda

Karışır birbirine soluklar.

Ve

Bir akşamüstü

Boştur parmaklığın dibi.

Kalırsın darda,

Parmakların üşümeye başlar

Belli belirsiz

O yanan patileri arar.

Akarsu

Büyük düşün döngüsünü

Uyanık tutan akarsu,

Aynı rüyanın içinde yol alır:

Kalbi aşka akan insanın,

Dağın, taşın, ağacın,

Terkedilmiş sandalın uykusu.

Ay Ayna

Ay kocaman bir aynadır,

sevgilinin yüzüyle durmadan sırlanan

Kocaman bir aynadır ay,

iki yalnızın duvarında,

aynı anda bakılan.

Öykü

Günler

günler boyu

devrilen, savrulan

dört mevsim hiç mi hiç durmadan

çevrilen yapraklar, biraz da ömrümüzü sayıklar.

Aylar, aylar boyu aranan sayfalar kalbin saklı bahçesinde

durmadan çiçekler açarlar, bazen yaz gecesi

Antalya sokağında bir yasemin kokusu

bazen Toroslar’ın dar geçitlerine

selam sarkıtan kardelen.

Ömür: yıllar, yıllar boyu bir kitaptır okunan;

bir uzun öykü; her açtığımızda yeniden başlanan.

Şiir/Deniz

Yaz bitmiş gibiyse eğer,

Dalgalar yitmiş gibiyse biraz

Eğil ve gir kaleminle

Kalbin küçük bahçesine;

Kısacık bir ‘şiir’ kaz.

Üşüyorsan eğer

Düşlerin buz tutmuşsa biraz

Yürü pencerenin önüne

Daya parmağını cama;

Sıcacık bir ‘deniz’ yaz.

İki Gelincik

Ömrümüz;

yanyana iki gelincik;

aynı gökyüzünü soluyan yekpare yaşam.

İki gelincik;

yanyana aynı kökten;

toprak kokulu iki alev, ayrı ayrı yanan.